Coğrafyaların ve halkların kaderinin şekillenmesinde bazı olaylar büyük önem taşır. Büyük Selçuklular ile Bizans/Doğu Roma arasında Malazgirt’te meydana gelen savaş da bu kapsamda önemli bir yere sahiptir. Anadolu’nun siyasi, dini ve demografik açıdan kalıcı biçimde şekillenmesinde etkili olan Malazgirt Zaferi, yalnızca tarihin değil, edebiyat ve siyasetin de önemli gündemlerinden biri olmuştur.
Mehmet Uzun, “Kürt Edebiyatına Giriş” adlı eserine Kürtler hakkında tarihsel bilgiler vererek başlamaktadır. Uzun, edebi bir çalışmanın girişinde “sıkıcı olabilecek bir politik açıklamayla başlamak zorunda kaldığını” belirtir. Ona göre Kürt edebiyatı, Kürtlerin ve yaşadıkları coğrafyanın politik ve sosyal koşullarından bağımsız ele alınamaz. Kürt edebiyatı alanında saygın ve üretken bir kalem olan Uzun’un, ne yazık ki bazı tarihî konularda yanlış bilgiler aktardığı görülmektedir. Bu ifadelerin bilgi eksikliğinden mi yoksa kasıtlı olarak mı dile getirildiği ise belirsizdir. Uzun, Türk, İslam ve Anadolu tarihi açısından bir dönüm noktası olan Malazgirt Zaferi hakkında şu değerlendirmelerde bulunur:
“Her şeyden önce Kürt ülkesinin, Kürtlerin yaşadığı toprakların 1071 yılından bu yana sürekli bir yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduğunu belirtmek gerekiyor. 1071 tarihi sanırım Kürtler için çok önemli. O tarihte Türk boyları ilk kez Anadolu’nun kapılarını açarak, birçok uygarlığın konak noktası olan bu topraklara yerleştiler. O tarihte Anadolu’nun sakinleri Bizanslılar ve Anadolu’nun doğu kapısındaki Kürtler Malazgirt’te yenildiler. Bu yenilgi, hem Bizanslılar hem de Kürtler için sonu gelmez bir trajedinin başlangıcı oldu. Evet, 1071 Bizanslılar için tam anlamıyla sonun başlangıcıydı ve 1453 yılında Konstantinopol (İstanbul)’ün Osmanlılar tarafından alınmasıyla Bizans İmparatorluğu tarih sahnesinden silindi. Kürtler için ise Malazgirt yenilgisi, sürekli baskı altında olan, parçalanmış bir yaşamın başlangıcı oldu. O günden bu yana Kürtler, dış baskı ve istilalara karşı kendilerini korumak için yoğun bir mücadelenin içindedir.”
İlk kez Sultan Tuğrul döneminde başlayan “Selçuklu-Mervanî münasebetleri”, Sultan Alparslan döneminde ve sonrasında, Sultan Melikşah’ın bölgenin fethine karar vermesine kadar “tâbi–metbû” ilişkisi şeklinde devam etmiştir. Oğuzların (Türkmenlerin) 1042 yılından itibaren Diyarbakır bölgesine yönelik akınları sırasında Kürtler ve Türkmenler arasında zaman zaman bazı sıkıntılar yaşanmıştır. Karşılıklı ihanetlerin olduğu kabul edilse de, genel olarak dostane ilişkiler ve ittifakların belirleyici olduğu söylenebilir.
Büyük Selçuklular Anadolu’ya geldiğinde, Mervanîler bir yandan Fatımîler ve Abbasîlerle mücadele etmekte, diğer yandan Bizans tehdidiyle karşı karşıya bulunmaktaydı. 1049 yılında Selçuklular adına hutbe okutan Mervanîler, Malazgirt kuşatmasında fiilen Bizans’a karşı Tuğrul Bey’in yanında yer almıştır. Emir Nasrudddevle, Selçuklulara hem lojistik hem de askerî yardım sağlamıştır. Bu süreçte Mervanîler, bölgeye gelen Türkmen beyleriyle birlikte Bizans’a karşı mücadele etmiştir. Bunun üzerine, Mervanîleri cezalandırmak isteyen Bizans İmparatoru Konstantin Dukas (1059–1067), Frankopol adıyla tanınan Normandiyalı Herev komutasında büyük bir orduyu Diyarbakır bölgesine göndererek bölgeyi yağmalatmıştır.
On dokuz yıl hüküm süren Nizamüddin’in Meyyâfârikîn’deki vefatına kadar Selçuklu-Mervanî ilişkileri genel olarak olumlu bir seyir izlemiştir. Zaman zaman bazı sorunlar yaşanmışsa da, Mervanîler, diğer tâbi emirlikler gibi Selçuklular karşısındaki siyasal ve ekonomik yükümlülüklerini yerine getirmiştir. Bu bağlamda Selçuklu sultanlarına vergi ödemiş, Cuma hutbelerinde adlarını okutmuş ve seferlere asker göndermişlerdir.
Faruk Sümer, “İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı” adlı çalışmasında Kürtlere değinen İslam tarihçilerini ele alır. Buna göre Malazgirt Savaşı’ndan bahseden İslam tarihi kaynaklarından yalnızca ikisinde Kürtlerden açıkça söz edilmektedir: Bunlar Sıbt İbnü’l-Cevzî ve İbnü’d-Devâdârî’dir. Ancak her iki kaynak arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Sıbt İbnü’l-Cevzî (ö. 654/1256), Malazgirt’ten yaklaşık 180 yıl sonra kaleme aldığı Mir’âtü’z-zamân fî târîhi’l-âyân adlı eserinde, Sultan Alparslan’ın Cuma namazı sonrasında askerlerine şöyle hitap ettiğini nakleder:
“Bugün burada bir sultan yoktur; ben de ancak sizlerden biriyim. Biz, Müslümanların eskiden beri yapageldikleri gazayı gerçekleştirmek istiyoruz.”
Bu sözler üzerine askerler, “Ey Sultan, biz de senin memlükleriniz. Sen ne yaparsan biz de sana uyarız.” cevabını vermiştir. Sıbt İbnü’l-Cevzî, bu ifadenin ardından “Az önce 10 bin Kürd de Sultan’a katıldı” notunu eklemiştir.
İbnü’d-Devâdârî (ö. 736/1336), ise Malazgirt’ten yaklaşık 260 yıl sonra yazdığı Kenzü’d-dürer ve Câmiu’l-gurer adlı eserinde, “Sultan Alparslan’a Kürtler ve sair kavimlerden olmak üzere 10 bin kadar insan katılmıştı” ifadesini kullanır. Bu iki kaynaktan biri, Kürtleri açıkça vurgularken; diğeri bu katkıyı farklı kavimlerle birlikte anmaktadır. Buna karşılık, Mervanî tarihini kaleme alan İbnü’l-Ezrak (ö. 577/1181), Târîh-i Meyyâfârikîn ve Âmid adlı eserinde Kürtlerin Malazgirt Savaşı’na katılımıyla ilgili herhangi bir bilgi vermemektedir. Bu durum, tarihsel yorum açısından dikkat çekicidir.
Mervanî Kürtlerinin Malazgirt Savaşı’na katılımı, Tuğrul Bey döneminden itibaren tâbi oldukları Selçuklu Devleti’ne karşı bir yükümlülük olarak değerlendirilmelidir. Öte yandan, savaş öncesi Mervanî emirlerinden Nizamüddin Nasr ile kardeşi Said arasında yaşanan iktidar mücadelesi dikkate alındığında, Nizamüddin’in asker göndermekteki amacı sadece Selçuklu’ya bağlılık değil, aynı zamanda kendi iktidarını ve meşruiyetini korumaktır. Nitekim, Sultan Alparslan Diyarbakır’a geldiğinde, Said’in ona yaranmak için büyük bir çaba gösterdiği İbnü’l-Ezrak tarafından ayrıntılı şekilde aktarılmıştır. Ayrıca, halktan zorla toplanan paralarla Alparslan’a yardım yapılmak istenmesi üzerine, Sultan’ın bu paraların halka iade edilmesini emrettiği de aynı kaynakta belirtilmiştir. Kürtlerin Selçuklu saflarında yer alması, hem Nizamüddin’in siyasi varlığını hem de Mervanîler’in bekasını korumak açısından önemliydi. Zira Malazgirt’te Bizans galip gelseydi, tasfiye edilecek ilk yerel güçlerden biri büyük ihtimalle Mervanîler olacaktı.
Bu değerlendirmeler ışığında, hangi saikle olursa olsun Kürtlerin Malazgirt Savaşı’na iştirak ettiği açıktır. İddia edildiğinin aksine, Malazgirt Zaferi’nde Kürtler Bizans ile birlikte kaybetmemiştir. Aksine, tarihî kaynaklar Kürt unsurların Selçuklu ordusunun bir parçası olduğunu ve bu savaşta Selçuklularla birlikte zafer kazandıklarını ortaya koymaktadır. Bu nedenle Mehmet Uzun’un yorumu, tarihî gerçekliklerle örtüşmemektedir. Malazgirt Zaferi, Kürtler açısından bir mağlubiyet değil; dönemin koşulları içinde pragmatik bir ittifakın ve siyasî ayakta kalma stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir.
Malazgirt Zaferi öncesinde Mervanî hâkimiyeti, Diyarbakır surlarının batısına taşmamıştı. Bu sebeple Mervanîler, bölgedeki Türk komutanlarla iş birliğine giderek Ergani ve çevresini ele geçirmeye çalışmışlar; ancak bu girişimler kalıcı bir başarıya ulaşamamıştır. Bizans’ın Malazgirt’te uğradığı ağır yenilgiyi, Kürtler açısından bir “felaket” olarak nitelendirmek tarihsel gerçeklikle bağdaşmadığı gibi, akademik nesnellikten de uzaktır. Aksine, Bizans’ın zafer kazanması hâlinde Anadolu’daki Kürt varlığı, çok daha farklı ve muhtemelen olumsuz bir kaderle karşı karşıya kalabilirdi. Bu durumda, Güneydoğu ve Doğu Anadolu'nun bazı şehirlerindeki demografik yapı ve bölgesel nüfuz, Bizans'ın uygulayacağı politikalar doğrultusunda şekillenecekti. Malazgirt Zaferi sadece Türklere değil, aynı zamanda Kürtlere de Anadolu’yu bir yurt haline getirme sürecini başlatmıştır. Bugün Kürtlerin Anadolu’nun büyük şehirlerinde, özellikle İstanbul gibi metropollerde geniş bir nüfusa sahip olmaları, bu tarihsel sürecin dolaylı bir sonucudur. Dolayısıyla Malazgirt Zaferi, yalnızca Türklerin değil, Kürtlerin de Anadolu’daki tarihsel mevcudiyetinin güçlenmesine ve nüfuz alanlarının genişlemesine zemin hazırlamıştır.