|
Tweet |
Mehmet Zeki Özer
İnsanoğlu, dünya misafirliğine adımını attığı ilk anda, Rabbinden bir izzet, bir haysiyet emanet alır. Kur’ân-ı Kerîm’in “Biz insanoğlunu şerefli kıldık” beyanı, bu emanetin en latif bir hatırlatıcısıdır. İnsan, yaratılışta mükerremdir; ne rengi onu eksiltir, ne fakr u zarureti onu küçültür, ne de dünyalıkların çokluğu ona ayrıcalık katar. Her can, aynı ilahî nefesin taşıyıcısıdır.
Ne var ki zamanın cilveleri arasında insan kimi vakit bu hakikati unutur. Dünya koşuşturması içinde, gönüller biraz çölleşir, merhamet biraz tenhalaşır. Hakların konuşulduğu çok olur; fakat hakkın kıymetini bilenlerin sayısı azalmaya yüz tutar. Oysa İslam, insanın hukukunu sadece kanunlara değil, kalplere yazan bir dindir. Bir mümin için insan hakkı, yalnızca bir madde değil, bir mesuliyettir; bir nezaket, bir insaf ölçüsüdür.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Veda Hutbesi’nde “Canlarınız, mallarınız ve namuslarınız birbirinize haramdır” buyururken, aslında bir cemiyetin dirliğinin hangi temeller üzerine bina edileceğini göstermiştir. İnsan onuru korunmadıkça huzur olmaz; adalet tesis edilmedikçe muhabbet yeşermez; merhamet gönüllerden çekildikçe cemiyetin çehresi solar. İslam’ın insan haklarına bakışı, tamamen bu üçlü sütuna dayanır: hürmet, adalet ve merhamet.
Bugün dünyanın neresine baksak, farklı suretlerde aynı acının izlerine rastlıyoruz. Mazlumun feryadı sınır tanımıyor; kimsesizin sessizliği göğe yükseliyor; zulmün gölgesi kimi beldelere çöreklenip kalıyor. İnsan haklarının en çok konuşulduğu çağda, insanın kendisi bazen en az hatırlanan varlık hâline geliyor. Bir çocuğun mahzun bakışı, bir annenin sabra sarılmış duası, bir mazlumun sessiz bekleyişi… Bunların her biri bize aynı hakikati hatırlatıyor: Hak, sadece dillerde değil, gönüllerde korunmalıdır.
İslam, insana bakışını her zaman rahmet ekseninde kurmuştur. Rahmet, yalnızca acımak değildir; anlamak, yük almak, el uzatmak, insanı insan olduğu için sevmektir. Efendimiz’in “Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” buyruğu da bu rahmetin en güzel tarifidir. Bir insanın varlığı, diğer insanlar için bir emniyet, bir teselli, bir huzur vesilesi değilse, insan haklarının lafzen çoğalması bir fayda vermez. Hak, eminliktir; hak, gönül rahatlığıdır.
Tarihimiz de bu zarif anlayışın numuneleriyle doludur. Kadı kapısında rütbeler değil, hakikat konuşur; padişah ile köylü aynı hizada durur; mazlumun kapısına devlet kapısı varırdı. Bunlar sadece hukuk misalleri değil, inancın cemiyete akseden aydınlığıdır. Çünkü İslam terbiyesinde insan, yalnız beden değil; bir saygınlık, bir emanet, bir ruh armağanıdır.
Bugün insan haklarını konuşurken belki de en çok şunu hatırlamaya ihtiyacımız var: Her insan, bize Rabbimizin emanetidir. Emanete hıyanet edilmez; emanet yük olur diye hafife alınmaz; emanetin kıymeti, sahibine olan muhabbetle ölçülür. Bir insanın gönlünü incitmek, bir kalbi kırmak, bir kul hakkına girmek, yalnız dünyaya değil, ukbâya dair bir mesuliyettir.
Ve şimdi, rahmetin kapılarının aralanacağı mübarek üç aylar da yaklaşmışken, insan kendi kalbine bir kez daha nazar etmelidir. Zira bu zamanlar, nefsi terbiye etmenin, gönlü arındırmanın, hak ve adalet ölçüsünde dünyaya yeniden bakmanın mevsimidir. Her birimiz, Rabbimizin bize verdiği emaneti —insan olma şerefini— nasıl taşıdığımızı düşünmeli; incittiğimiz gönülleri, görmezden geldiğimiz hakikatleri, ihmal ettiğimiz sorumlulukları hatırlamalıyız. Çünkü üç ayların bereketi, sadece ibadetlerde değil; insanın insana merhametle yaklaşmasında, hakkı gözetmesinde ve adaleti yaşatmasında tecelli eder. Ne mutlu o kula ki, bu mübarek zamanların eşiğinde hem kendini hem de insanlığa bakışını yeniden ihya eder.
