Mehmet Zeki Özer
Yeryüzünde yaratılan canlılar arasında gerek fizyolojik ve gerekse psikolojik açıdan en değerli ve en seçkin varlık kuşkusuz insandır. Çünkü insan, Allah tarafından diğer canlılardan daha üstün meziyet ve özelliklerle donatılmış, yeryüzünde halife kılınmış, hatta meleklerden de üstün tutulmuş ve yaratıkların en şereflisi konumuna yükseltilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçek şöyle anlatılmaktadır: “Muhakkak ki, Biz insanı en güzel şekilde yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısına indirdik, yalnız inanıp hayırlı işler yapanlar bundan müstesnadır. Onlara kesintisiz mükâfat vardır” (Tin,/4-5), “And olsun ki, Biz insanoğullarını şerefli kıldık.” (İsra,/70).
İslâm anlayışına göre insan, Allah katında değerini ve üstünlüğünü ancak manevi değerlere bağlılığı oranda koruyabilir. İnsan, bu dünyadaki diğer canlılardan farklı olarak, maddi ve biyolojik nimetlere ilaveten akıl, bilgi ve irade gibi manevi imkanlara da mazhar olmuştur. İnsanın bu üstünlüğü onun maddî ve fizîkî yapısı ile ilgili değil, manevî ve rûhî yapısı ile ilgilidir. Bu konuda insanların bedensel açıdan sağlıklı veya engelli oluşları hiç önemli değildir, çünkü her insan, insan olması hasebiyle saygındır, değerlidir.
İnsanı Allah Teâlâ nezdinde değersiz ve kıymetsiz kılan unsur, onun manevi değerlerden yoksun olmasıdır: “Şüphesiz Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, inkâr edenlerdir, çünkü onlar imân etmezler” (Enfal,/55) anlamındaki âyet bu gerçeğe işaret etmektedir. Dolayısıyla Allah, insanları imân, sâlih amel, güzel ahlâk, ibadet ve itâatleri veya inkâr, şirk, nifâk, isyan ve kötü davranışları, takva veya zulüm sahibi olup olmamaları açısından değerlendirir; onları ırkları, renkleri, cinsiyetleri, dilleri, nesepleri, fizyolojik yapıları, yaratılışları, engelli veya sağlıklı oluşları yahut servetleri açısından değerlendirmez. Kısaca diyebiliriz ki, İslam’a göre insan değerli bir varlık olup, bu değerini fiziki yapısından almayıp manevi yapısından almaktadır. Çünkü inanan kişi, yaşadığı dünyanın bir imtihan yeri olduğunun, herkesin başına her an olumsuz şeyler gelebileceğinin bilincindedir.
Tarih boyunca her toplumda belli oranda engelliler her zaman var olagelmiştir. Bu gün de yaşadığımız toplumun önemli bir parçası olan engelliler var olup yakın çevremizde onlarla her gün karşılaşabilmekteyiz. Onları hor görmek, aşağılamak, dışlamak, küçümsemek, ilgisiz kalmak, yardım etmemek gibi olumsuz tavırlar içerisinde olmak insanî ve ahlâkî değerlerle bağdaşmaz. Toplum olarak -inancımızdan da ilham alarak- engellilere karşı hoşgörü, anlayış, şefkat ve merhametle yaklaşmakla birlikte onların toplum yaşantısına en az engelli olmayanlar ile eşit fırsatlarla katılabilmelerinin sağlanmasında yardımcı olunması ve yaşamlarının kolaylaştırılması için mekansal düzenlemeler yapılması önemli ve bir gerekliliktir.
İslam inancında engellilere karşı olumsuz tutum ve davranışların yeri yoktur. Birinci derecede engellilerin insanca yaşamalarını sağlamanın yolu onlara insan olarak değer vermekten geçmektedir. Bu dinin Peygamberi Hz. Muhammed döneminde de belli oranda engelliler mevcut olmuştur. Hz. Peygamber insanları fiziki yapıları veya doğuştan getirdikleri farklılıklarına göre bir ayırıma hiçbir zaman tabi tutmamış ve böyle bir yanlışın içerisinde olanlara tepki göstermiştir. Dolayısıyla manevi evrensel değerlere sahip olan engelli bir kişi, manevi değerlere sahip olmayan sağlıklı/engelsiz bir kişiden daha faziletlidir. Hz. Peygamber’in engellilerle olan ilişkileri tamamen insanî ve ahlâkî boyutlarda gerçekleşmiştir. Onlara değer verdiğinin en güzel göstergesi onlara üst düzeyde kamu görevleri vermiş olmasıdır. Onun için önemli olan ehliyet, liyâkat ve ahlâk gibi niteliklerdir.
İslam tarihinde Hz. Peygamber ile göme engelli sahâbî Abdullah b. Ümmi Mektûm arasında cereyan eden şu olay önemlidir: Kureyş’in ileri gelenlerine İslâm’ı anlatırken görme engelli olan Abdullah b. Ümmi Mektûm yanına gelerek Hz. Peygamber’den kendisini İslâm konusunda aydınlatmasını ve bilgi vermesini istemişti. O’nun bu tutumu Hz. Peygamber’in hoşuna gitmemiş, sözün kesilmesini istememiş, bundan dolayı ona karşı ilgisiz davranarak onun isteklerine cevap vermemiş ve yüzünü çevirmişti. Yüce Allah, bu olay akabinde O’nun bu tavrını şöyle tenkid etmiştir: “(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. Ne bilirsin, belki o temizlenecek? Veya öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek. Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Oysa ki onun temizlenip arınmamasından sen sorumlu değilsin. Fakat sen, koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun.” (Abese,/1-10). Âyette geçen ifadelerden anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber, olay esnasında Mekkelilerin önde gelenlerine İslâm’ı tebliğe fazlaca kendini kaptırmıştı. Çünkü O, kendilerine dini tebliğ ettiği kişilerin Müslüman olacaklarını umuyor ve Müslümanların güçlenmesini arzu ediyordu.
Görme engelli olan Abdullah b. Ümmi Mektûm’un ihmal edilmesi, onunla ilgilenilmemesi Allah tarafından hoş karşılanmamıştır. Olaydan sonra Hz. Peygamber, Abdullah b. Ümmi Mektûm’un yanına her gelişinde ona “Ey hakkında Rabb’imin beni itâb ettiği (uyardığı) zat merhaba!” der ve urbasını altına sererdi.
Hz. Peygamber’in, engellilere önem ve değer verdiğinin en güzel örneği, onlara kamu alanında görev vermiş olmasıdır. Böylece onları topluma kazandırmaya çalışmış, onları toplumun üretken olmayan bir kesimi olarak görmemiştir. Hz. Peygamber Abdullah b. Ümmi Mektûm'u, Mescid-i Nebevî'de müezzin olarak görevlendirdiği gibi, Veda haccına ve Uhud savaşına gidişi de dahil, çeşitli zamanlarda Medine dışına çıktığında 13 defa Medine'de kendi yerine kaymakam yani vekil bırakmış, namazları o kıldırmıştır. Hz. Peygamber, namazlarda hem İbn Mektûm hem de başka görme engellilerin imamlık yapmalarına izin vermiştir.
Yine Hz. Peygamber’in, önde gelen sahâbîlerden Muaz b. Cebel’i ortopedik özrü olmasına rağmen Yemen’e vali olarak göndermiş olması kayda değer bir olaydır. Engellilerin gerek bu vazifelerde görevlendirilmelerinde, gerek savaşlara katılmalarına izin verilmesinde ve gerekse mescide gidip-gelmelerinde güçlük olmasına rağmen Hz. Peygamber’in görme engelli sahâbîlerin cemaate devam etmelerini ısrarla istemesinde, onların toplumdan tecrid edilmemeleri, yeteneklerine uygun alanlarda istihdam edilerek üretici bireyler olmaları, ideallerini gerçekleştirmelerine engel olmama ve onların kişiliklerini gerçekleştirmelerine yardımcı olma gibi hikmetli bir espri yatmaktadır.
İslâm dini, insanın Allah ile olan ilişkilerini nasıl yürüteceğini bildirdiği gibi, insanın insanla olan ilişkilerini nasıl yürüteceğini de bildirmiş ve bu alanda uygulanması için ilkeler koymuştur. Hz. Peygamber, bunların pratikteki uygulamasını insanlara göstermiştir.
Özetle, yaratıkların en mükemmeli, ve en şereflisi olan, alemde var olan her şey hizmetine sunulan insanın Allah katındaki değeri îman, ibadet, sâlih amel, takva ve güzel ahlakı nispetindedir. Çünkü Allah insanları bu açıdan değerlendirmekte, onların fizik yapılarına, renklerine, ırklarına, cinsiyetlerine, sağlam veya engelli oluşlarına bakmamaktadır.