Bugun...


AV. Mesut Değer

facebook-paylas
TARİHSEL YANILSAMA 1928 Affı Bugüne Örnek Olamaz
Tarih: 19-11-2025 00:01:00 Güncelleme: 19-11-2025 00:01:00


 

Cumhuriyetin kuruluş yıllarına yapılan göndermeler, özellikle de 1928 affının bugüne örnek gösterilmesi, tarihsel gerçekliği çarpıtan bir siyasi söylem.
Oysa erken Cumhuriyet’in koşullarıyla bugünün Türkiye’si arasında hiçbir benzerlik yoktur. Bu nedenle 1928’i referans alarak af tartışması yürütmek, toplumu yanlış bir tarih okumasıyla ikna etmeye çalışmaktan öteye geçmez.

Mehmet Uçum’un son çıkışında, 1928 tarihli 1239 sayılı Kanun’a yaptığı gönderme, Türkiye’de af tartışmalarını yeniden ısıttı. Ancak bu tarihsel referansın kendisi, yüzeyde güçlü görünse de, içerikte ciddi sorunlar barındırıyor. Çünkü 1928’de çıkarılan düzenleme ne bir genel af idi ne de devleti toplumla yeniden barıştırmayı amaçlayan siyasal bir restorasyon adımıydı. Teknik, kapsamı dar ve dönemin idari ihtiyaçlarına yönelik bir ceza indirimi kanunuydu. Şeyh Said  sonrası çıkarılmış olması, onu ve çevresini  affeden ya da toplumsal barışı hedefleyen bir düzenleme hâline getirmiyor.

Oysa bugün tartışılan şey, teknik bir indirim değil; siyasal, toplumsal ve hukuki düzlemde çok daha geniş bir alanı kaplıyor.
Tam da bu nedenle, 1928’in örnek gösterilmesi hem tarihsel derinliği ıskalıyor hem de çağdaş hukuk anlayışının gerisinde kalıyor.

Modern ve kozmopolit hukuk düzenlerinde af, rastgele başvurulan bir araç değil; toplumsal bütünlüğü yeniden kurmanın, demokratik nefes alanı açmanın ve sosyal barışı onarmanın bir yolu olarak ele alınıyor. Bu tür aflar “seçici” değil; kapsayıcı, tutarlı ve eşitlikçi oluyor. Toplumu bölen değil, yeniden birleştiren metinler ortaya çıkıyor.

Bu perspektiften bakınca bugün Türkiye’de af tartışmasının önünde iki yol var:
Ya tarihsel olarak sınırlı bir örneğe sığınıp, dar kapsamlı ve eşitsizlik üreten bir adım atılacak…
Ya da çağdaş dünyanın benimsediği anlayışla hareket edilip, gerçek anlamda genel, kapsayıcı ve toplumsal barışı önceleyen bir af çıkarılacak.

Eğer gerçekten “af” konuşuyorsak, bunun parçalı ve seçici değil; herkesi aynı hukuki zeminde buluşturan bir genel af olması gerekir.
Zira toplumsal barışı sağlamanın yolu, 1928’deki gibi teknik ve sınırlı düzenlemelerden değil; toplumun tüm kesimlerini hukuki açıdan eşitleyen cesur ve bütüncül bir adım atmaktan geçer.

Kısacası:
Bugün bir af tartışılıyorsa, bu af “genel af” olmalıdır. Çünkü ancak genel af, hem hukuka hem demokrasiye hem de toplumsal vicdana aynı anda temas edebilir.

1928’e yapılan göndermeler, bugün bazı çevreler tarafından “Atatürk dönemi de böyle yapmıştı” şeklinde sunularak toplumu ikna etmeye yönelik siyasi bir araç haline getiriliyor. Oysa bu referans, tarihsel bağlamdan koparıldığı için yanıltıcıdır.

Cumhuriyet henüz beşinci yılındaydı; devlet yeni kuruluyor, rejim yerleşiyor, hukuk kurumsallaşmaya çalışıyordu. 1928–29’daki düzenlemelerin hedef kitlesi de bugünkünden çok farklıydı: dini otoriteyi temsil eden imamlar, şeyhler, tarikat mensupları, dini kıyafet yasağını ihlal edenler ve rejime karşı konumlanan geleneksel yapılar. Bu nedenle 1928’deki ceza indirimi, belli kesimlere yönelik teknik bir düzenlemeydi; evrensel hukuk ilkeleri doğrultusunda tasarlanmış bir toplumsal barış adımı değildi.

Bugün ise Türkiye’nin karşı karşıya olduğu koşullar tamamen farklıdır. Terörle mücadele, örgüt yapısı, coğrafi ve siyasal dinamikler 1928 ile kıyaslanamayacak kadar değişmiştir. Bu nedenle “o dönem aftı, biz de yapabiliriz” yaklaşımı bilimsel olarak da, hukuki olarak da geçerli değildir.

Kaldı ki Türkiye’nin 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde onlarca ceza indirimi ve af düzenlemesi yapılmıştır; hiçbiri kalıcı bir çözüm üretmemiştir. Dahası, önceden çıkarılan pişmanlık adı altında ceza indirimleri yani 8–9 adet kanunun yürürlüktük süresi boyunca yürürlükte kalan “itirafçılık yasası” ve terör yasasındaki indirimler bile örgütten kopuşu çok az sayıda  sınırlı ölçüde etkilemiş, binlerce kişinin bu düzenlemelerden yararlanabileceği öngörülmüş olsa da başvuru oranlar çok düşük kalmıştır.

Aksi halde ceza indirimi adı altında yapılacak her düzenleme, geçmişte olduğu gibi hem etkisiz olacak hem de terörle mücadelede hukuki ve siyasi açıdan sakat bir başlangıç yaratacaktır.

Evet,
Türkiye, kritik siyasal tartışmaların yoğunlaştığı bir döneme giriyor. Böyle zamanlarda iktidara yakın isimlerin açıklamaları sadece bireysel görüş niteliği taşımaz; aynı zamanda olası yönelimlerin işareti olarak da okunur. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un son çıkışı da tam olarak böyle bir etki yarattı. Uçum’un, Şeyh Said sonrasında çıkarılan 1239 sayılı Kanun’u örnek göstererek bugün için “özel ve geçici bir kanun” önerisi sunması, hem tarihsel hem de hukuki açıdan ciddi soru işaretleri doğuruyor. Kendince bu yaklaşımı doğru bir yaklaşım gibi görünse de eleştirileri de beraberinde getirecek bir durumdur 


Çünkü:
Uçum’un atıf yaptığı 1239 sayılı Kanun, Cumhuriyet’in en olağanüstü dönemlerinden birine aitti. Devletin henüz kurumsallaşamadığı, güvenlik ekseninde hızla karar aldığı, olağanüstü yönetim tekniklerinin normalleştirildiği bir dönem… 

Bugün Türkiye, tüm eksiklerine rağmen çok daha yerleşik bir anayasal düzene sahip.

Böyle bir örneği “model” olarak göstermek, tarihsel şartları bugüne mekanik biçimde taşımak anlamına geliyor. Oysa hukuki düzenler, zamanın ruhu ve toplumsal ihtiyaçlarla uyumlu olmak zorundadır. Geçmişin istisnai yasalarını bugünün siyasal sorunlarına reçete olarak sunmak, tarihsel bağlamı yok sayan bir yaklaşım.

Hukukun temel ilkesi nettir: Kanunlar geneldir. Kişilere, gruplara veya süreçlere özel normlar, ancak istisnai ve çok sıkı koşullarla gündeme gelebilir.

Uçum’un “geçici, özel kanun” önerisi ise tam da bunun aksi yönde bir esneklik talep ediyor.

Sürece göre şekillenen kanunlar, hukuku siyasetin ihtiyacına göre bükme sonucunu doğurur.

Demokratik denetim zayıflar; çünkü geçici kanunlar çoğu zaman hız baskısıyla ve sınırlı tartışmayla çıkarılır.

“Herkese eşit hukuk” ilkesi, özel amaçlı normlarla erozyona uğrar.
Türkiye’nin geçmişinde bu tür “istisnai yasa”ların ne tür sonuçlara yol açtığını hatırlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. İstisnalar genişler, genişledikçe normalleşir ve hukuk düzeninin ruhunu zedeler.

Aslında;
Sorulması gereken basit:
Bir konuda halkın iradesi vazgeçilmez görülürken, diğerinde neden Meclis’in dar ve hızlı mekanizmasına havale ediliyor?

Demokrasi, süreçlerin niteliğiyle ölçülür. Şeffaflık ve katılım yoksa sonuç meşru görünse bile yöntem meşru değildir.

AYM’nin son kendi içinde aldığı  karar  sonrasında da TBMM’nin yükü bir hayli artmış vaziyettedir.
Anayasa Mahkemesi’nin TBMM’deki çoğunluk tarafından “Meclis kararı” olarak nitelendirilen işlemleri denetim kapsamı dışında bırakan son yaklaşımı, Türkiye’de güç dengeleri açısından kritik bir kırılma noktasıdır. Bu kararla birlikte AYM, kendi yetki alanını daraltmış; parlamentonun belirli türdeki tasarruflarını yargısal denetimin dışında tutarak, siyasal sorumluluğun ağırlığını doğrudan TBMM’nin omuzlarına bırakmıştır.

Bu durum, özellikle “terörsüz bir Türkiye” hedefinin konuşulduğu bir dönemde, Meclis’in hem siyasi hem hukuki sorumluluğunu daha da artırmaktadır. Artık demokratik meşruiyet, sadece çoğunluğun iradesiyle değil; çoğunluğun aldığı kararların toplumsal barış ve hukuki denge üzerindeki etkileriyle de ölçülecektir.

Kısacası: AYM’nin denetim alanını daraltması, TBMM’yi güçlendirmiş gibi görünse de, aslında Meclis’i her konuda daha doğrudan, daha ağır ve daha görünür bir sorumluluğun merkezine yerleştirmiştir. Bu yeni dönemde siyasetin yükü, denetimden çok hesap verebilirlikle sınanacaktır.

Uçum’un değerlendirmeleri arasında, Meclis komisyonunun İmralı’da Abdullah Öcalan’ı dinleyebileceğine dair ifadeler de yer alıyor. Bu, siyasetin zaman zaman yeniden ısıttığı çözüm süreci tartışmalarına yeni bir kapı aralıyor.

Ancak burada kritik nokta şu:
Toplumsal barış gibi büyük ve çok katmanlı bir meselenin özel bir kanun üzerinden yürütülmesi, süreci demokratik meşruiyet açısından baştan sakatlar.

Türkiye geçmişte bu hatayı yaptı; kapalı kapılar ardında yürütülen süreçlerin toplumsal karşılığı zayıf kaldı, kalıcılaşmadı. Sayın Uçum’un söylemleri, hukuku sabit ve evrensel normlardan oluşan bir sistem değil, günübirlik siyasi ihtiyaçlara göre şekillenen bir araç gibi gördüğü izlenimini güçlendiriyor.

Bu bakış, olağanüstülüğü olağanlaştırır.
Oysa Türkiye’nin ihtiyacı tam tersidir:
Şeffaf, katılımcı, öngörülebilir ve kalıcı bir hukuk düzeni.

Özel kanunlarla yürütülen süreçler, ne toplumsal güvenliği sağlar ne de demokratik meşruiyeti güçlendirir. Aksine, ülkenin hukuk devleti birikimine zarar verir.

Netice itibariyle, Türkiye’nin ihtiyacı geçici çözümler değil, kalıcı normlardır.
Bugün Türkiye, siyasal gerilimlerin arttığı bir eşikte duruyor. Böyle zamanlarda hukukun sağlam bir zemin olması gerekir. Tarihsel istisnaları referans göstererek özel kanunlar önermek ise o zemini daha da kaygan hale getirir.
Mehmet Uçum’un önerisi, kısa vadeli bir teknik çözüm gibi görünse de uzun vadeli bir demokratik risk taşıyor.
Türkiye’nin ihtiyacı:
Herkese eşit hukuk,
Süreçlerde şeffaflık,
Toplumsal katılım,
Kalıcı ve evrensel normlar. Olağanüstülükleri normalleştirmek değil, hukuku güçlendirmek 
Bugün en çok buna ihtiyacımız var.

Eğer siyasal iklim bir “af” tartışmasına doğru evriliyorsa, bunun özel kanunlarla belirli aktörleri merkeze alan dar bir düzenlemde yürütülmesi hem hukuki eşitlik ilkesine hem de modern devlet anlayışına aykırıdır. Demokratik hukuk literatüründe af kurumunun meşruiyeti, genellik, nesnellik ve toplumsal uzlaşı kriterlerine dayanır. Yalnızca belirli bir süreç veya belirli bir kişi için çıkarılacak bir af hükmü, hukuku kişiselleştirir; siyasal sisteme olan güveni zedeler.

Kozmopolit hukuk teorisinin savunduğu temel prensiplerden biri, devletin hukuki tasarruflarını yalnızca iç politik ihtiyaçlara göre değil, evrensel adalet normlarıyla uyumlu şekilde kurgulamasıdır. Bu açıdan bakıldığında, eğer bir af gündeme gelecekse, bu kapsayıcı, genel nitelikli ve toplumsal barışın bütün paydaşlarını dikkate alan bir yaklaşım üzerinden inşa edilmelidir.

Bu nedenle siyasal etik bağlamında, özel kanunlarla tanımlanan af düzenlemeleri demokratik meşruiyet üretmez. Hukuku belli aktörlere göre şekillendirmek, kozmopolit düşünürlerin “partikülarist adalet” dediği, yani adaletin evrensel değil “seçilmiş gruplara göre” işlediği bir modele kapı aralar. Bu, hukuk devletinin özüne aykırıdır.
Modern demokrasilerde af kurumu, ancak toplumun tamamına yönelik iyileştirici bir işlev taşıdığında kabul görür. Yani bir af olacaksa, bu genel af olmalıdır.
Bu nedenle, eğer bir af gündeme gelecekse, toplumsal sözleşmeyi yeniden kurma çabası olarak görülmesi gerekir. Bu çaba, genel af, hakikatle yüzleşme, eşit vatandaşlık ve demokratik katılım eksenlerinde yürütülmelidir.

Son olarak Meclis Arşivlerinden taradığım ve derlediğim kanunu aşağıda özet olarak sunuyorum.

1928’den 3 Haziran 1929’a kadar geçen dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen 1977 sayılı Kanun, on tefrikadan ve seksen bir karardan oluşan, TBMM azasına mahsus bir içtima zarfı içinde değerlendirilmiştir. Bu dönemin en önemli düzenlemelerinden biri, *15 Mayıs 1929 tarihli ve 1239 sayılı “Kabahatlerin Affı ile Bazı Cürümlerin Takibat ve Cezalarının Tecili Hakkında Kanun”*dur. Kanun toplam 10 maddeden meydana gelmektedir.


-

Madde 1 — Genel Af

Umumî ve hususî kanunlarda yazılı olan bazı kabahatler affedilmiştir.


-

Madde 2 — Affın Kapsamı Dışında Kalan Suçlar

Aşağıdaki fiiller af kapsamına alınmamıştır:

1. Vatan aleyhine suçlar,


2. Devlet kuvvetlerine karşı işlenen suçlar,


3. İmamlar, hatipler, vaizler ve ruhani reislerin görevleriyle bağlantılı olarak ağır nitelikli dinî nüfuzun kötüye kullanılması mahiyetindeki suçlar,


4. Türk Ceza Kanunu’nun 312/2. maddesinde yer alan, cebir ve şiddet kullanılarak işlenen bazı fiiller.

 


-

Madde 3 — Memurlar ve Askerî Personel

Memurların memuriyet görevlerinden doğan cürümleri ile asker kişilerin askerlik vazifesi sıfatlarından kaynaklanan suçları tecil hükümleri kapsamına alınmıştır.


-

Madde 4 — Cezaların Kısmen Kaldırılması

(a) Irza, mala ve cana karşı işlenen cürümler ile bunlara teşebbüs veya taarruzdan doğan ve cezaları hafifletilmiş olan fiillerde, asıl faillerden daha hafif ceza alan kişilerin cezalarının üçte birini çekmiş olanların kalan cezaları affedilmiştir.

(b) Şapka İktisası Kanunu nedeniyle “devletin emniyetini ihlale vesile olmak” gerekçesiyle mahkûm olanların kalan cezaları affedilmiştir.


-

Madde 5 — Para Cezaları

Tazminat ve para cezasına hükmedilmiş olup da infaz edilmeyen cezalar tecil edilmiştir.


-

Madde 6 — Tekerrür Hâli

Daha önce suç işlemiş ve cürüm tehdidi altında bulunan kimselerin ikinci bir suç işlemeleri hâlinde tecil hükümlerinden yararlanamayacağı belirtilmiştir.


-

Madde 7 — Tecilden Yararlananların Durumu

Tecilden yararlananlar hakkında yürütülen soruşturma ve kovuşturma, kanunda belirtilen şartlar gerçekleşirse geciktirilir; şartların ortadan kalkması hâlinde tahkikat ve muhakeme devam eder. Mahkûmiyet hâlinde ceza tecil olunur.


-

Madde 8 — Tekrar Suç İşlenmesi

Kanundan yararlananların tekrar suç işlemeleri hâlinde, yeni işlenen suç nedeniyle ceza içtima hükümleri uygulanır. Şayet tekrar suç işlenmezse, kişi cürüm işlememiş sayılır.


-

Madde 9 — Yürürlük

Kanun ilanı tarihinde yürürlüğe girer.


-

Madde 10 — İcra

Kanunun icrası ile ilgili hükümler yürütme organına aittir.

Av. Mesut DEĞER
22. Dönem Diyarbakır Milletvekili
Araştırmacı-Yazar



Bu yazı 212 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
HABER ARŞİVİ
GAZETEMİZ

HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI