İnsanoğlu, yaratılışı gereği sosyal bir varlık… Acıyı paylaştıkça hafifleten, sevinci paylaştıkça büyüten bir dünya kurmaya mahkûm değil; bilakis buna mecbur. Çünkü toplumsal hayat, ancak birbirine tutunan insanların omuzlarında yükseliyor. Ne var ki bugün, doğuştan ya da sonradan ortaya çıkan engellerle yaşayan bireylerin yükünü artıran şey engelin kendisi değil, çevrenin duyarsızlığı, sistemin eksikliği ve toplumun bakış açısındaki çarpıklıktır.
Tarihin karanlık sayfalarına baktığımızda, engellilere yönelik acımasız uygulamalar içimizi sızlatır. Ortaçağ Avrupa’sında engelli bireyler öldürülmese bile insanlık dışı işlerde kullanıldı; hor görüldü, aşağılandı, su depolarında hayvanların yerine çalıştırıldı, fuhuş ve dilenciliğin bir aracı hâline getirildi. Roma İmparatorluğu’nda ise daha da ağır bir tablo karşımıza çıkar: Engelli doğan ya da sonradan engelli olduğu anlaşılan çocukların, bizzat babaları tarafından öldürülmesine izin verilmişti. Bu, insanlık adına bir utanç vesikasıdır.
Tam bu karanlığın ortasında İslâm’ın ışığı parladı. Kur’ân-ı Kerîm, insana “yaratılmışların en şereflisi” diyerek değer biçti; kibri, tepeden bakmayı yasakladı; nezaketi, merhameti ve tevazuyu emretti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) engelli bireyleri toplumdan asla uzak tutmadı. Onlara görev verdi; müezzin yaptı, sancaktar yaptı, şehir idaresinde sorumluluk yükledi. Bu yaklaşım, insan onuruna verilmiş en güçlü mesajdır.
Müslüman toplumlar da bu öğretiyi yaşayarak sürdürdü. Bedensel ya da ruhsal rahatsızlıklar için hastaneler kuruldu; bu kurumlar güçlü vakıflarla desteklendi. Bugün dahi birçok şehirde ayakta duran vakıf eserleri, o merhamet medeniyetinin izlerini taşır.
Ancak şimdi esas mesele şu: Tarihte merhamet medeniyetinin öncüsü olan bizler, bugün engelli bireylerin sesini gerçekten duyuyor muyuz?
Sokakta bir engelli rampasının olmadığını gördüğümüzde tepki gösteriyor muyuz? Toplu taşımada bir tekerlekli sandalye kullanıcısının çaresizliğine şahit olduğumuzda yerimizi, yolumuzu, alışkanlıklarımızı değiştirebiliyor muyuz? Engelli bireylerin istihdamda, eğitimde, ulaşımda yaşadığı sorunların çözümü için toplumsal baskı oluşturuyor muyuz? Yoksa sadece 3 Aralık’ta birkaç mesaj paylaşarak vicdanımızı mı rahatlatıyoruz?
Bugün engelli bireylerin yaşadığı zorlukların büyük bir kısmı, engelden değil, çevresel faktörlerden kaynaklanıyor. Onların hayatını zorlaştıran şey, kaldırımı işgal eden araç, rampası olmayan bina, duyarsız bir bakış, umursamaz bir yönetimdir. Ve tüm bunlar değişebilir; değişmelidir.
Biz, birlikte güçlü olan bir toplumuz. Paylaştıkça çoğalan bir aile gibiyiz. Engeli hayatın bir gerçeği değil, bir imtihan olarak görüyorsak, o imtihanın en büyük kısmı aslında bize düşüyor: Biz nasıl davranıyoruz? Biz ne kadar duyarlıyız? Biz ne kadar “insanız”?
Bugün yapılması gereken şey bellidir: Engellilerin hayatını kolaylaştıran değil, yaşam hakkını eşit kılan bir düzeni kurmak… Kapıları açmak, yolları düzeltmek, önyargıları yıkmak… Ve en önemlisi, toplumsal vicdanı yeniden hatırlamak…
Çünkü insanı insan yapan şey, başkasının yükünü hafifletebilme cesaretidir.
Engeli değil, insanı gördüğümüz bir toplum dileğiyle…
