Türkiye Sağlık Sistemini eleştirirken gerçeklerle yüzleşmek zorundayız
Türkiye’de sağlık sistemi uzun süredir siyasi tartışmaların merkezinde.
Kimi zaman övgüyle, kimi zaman sert eleştirilerle gündeme geliyor.
Bu tartışmaların önemli bir bölümü, sahadaki gerçeklerden kopuk, ideolojik reflekslerle yapılıyor. Oysa sağlık gibi hayati bir alanda konuşulması gereken şey sloganlar değil, somut karşılaştırmalar ve yaşanmış deneyimlerdir.
Pandemi dönemi, Türkiye sağlık sistemi açısından tarihsel bir kırılma noktasıdır. Dünyanın en gelişmiş olduğu iddia edilen ülkeleri bu sınavda ciddi şekilde tökezledi.
Avrupa’nın merkezinde insanlar hastanelere ulaşamadı, ABD’de sağlık hizmeti parası olanlar için bile erişilemez hale geldi.
Yoğun bakım yatakları doldu, morglar yetmedi, insanlar sokaklarda, evlerinde çaresizlik içinde hayatını kaybetti.
Türkiye’de bütün eksikliklere rağmen sağlık sistemi ayakta kaldı.
Yoğun bakım kapasitesi çökmemişti, şehir hastaneleri bu süreçte ciddi bir yükü omuzladı. Elbette aksaklıklar yaşandı; Avrupa’daki ve ABD’deki gibi insan onurunu zedeleyen görüntülerle karşılaşmadık.
Bu tablo, Türkiye’nin sağlık altyapısının sanıldığı kadar zayıf olmadığını açıkça göstermiştir.
Bugün Avrupa ülkelerinde yaşayan milyonlarca insan, aylarca doktor randevusu bulamıyor.
Basit bir uzman muayenesi için üç-dört ay beklemek olağan kabul ediliyor.
Randevu yoksa acile gitme şansı bulunmuyor.
Sistem vatandaşı değil, prosedürü merkeze alıyor.
Türkiye’de ise vatandaş, hâlâ istediği zaman hekime ulaşabiliyor; acil servisler aktif, özel hastaneler erişilebilir durumda. Bu gerçek görmezden gelinemez.
Burada önemli bir ayrımı yapmak gerekir: Güçlü bir sağlık altyapısı, doğru bir sağlık yönetimi anlamına gelmez. Türkiye’de sağlık sisteminin asıl sorunu, siyasetin idari yapı üzerindeki ağırlığıdır. Hastanelerde, il sağlık müdürlüklerinde ve üst yönetim kademelerinde liyakat yerine siyasi sadakatin öne çıktığı her atama, sistemin içini boşaltmaktadır.
Türkiye’de sağlıkta gerçek reform, bina yapmakla ya da yatak sayısını artırmakla değil; liyakat temelli yönetim anlayışıyla mümkündür.
Atamalar yazılı, şeffaf ve denetlenebilir sınavlarla yapılmalıdır.
Sözlü sınavlar, niyet ne kadar iyi olursa olsun, torpil algısını ve güvensizliği beraberinde getirir.
Sağlık gibi hayatî bir alanda bu risk kabul edilemez.
Muhalefet partilerinin sıkça dile getirdiği “sağlıkta beyin göçü” meselesine de gerçekçi bakmak gerekir.
Yurt dışına giden doktorlar ve sağlık çalışanları var.
Her gidenin mesleki ve insani açıdan daha iyi koşullara kavuştuğunu söylemek büyük bir yanılgıdır.
Bu söylem, çoğu zaman romantize edilerek sunuluyor.
Özellikle Almanya, sağlık çalışanları için en çok tercih edilen ülkelerin başında geliyor.
İşin gerçeği, oraya giden birçok sağlıkçının hayal kırıklığı yaşadığıdır.
Türkiye’de diyetisyen olarak çalışan bir sağlıkçı, mesleki bilgi ve yetkinliğini kullanır; danışmanlık yapar, tedavi sürecine katkı sunar.
Almanya’da ise aynı kişi hasta bakımı yapar, iğne vurur, fiziksel olarak ağır işlerde çalıştırılır.
Ünvan vardır ama karşılığı yoktur.
Modern sistem denilen şey, çoğu zaman modern köleliktir.
Doktorlar açısından tablo daha da nettir.
Türkiye’de hekim olarak çalışan bir kişi, Avrupa’ya gittiğinde doğrudan doktorluk yapamaz.
Önünde yıllarca sürebilen denklik ve sınav süreçleri vardır.
Bu süreçte çoğu, mesleğiyle ilgisi olmayan işlerde çalışmak zorunda kalır.
Bir kısmı bu sınavları geçemez, bir kısmı ise psikolojik ve ekonomik yıpranma nedeniyle mesleğini bırakır.
Bugün Avrupa’da doktor ünvanı olmadan çalışan yüzlerce Türk hekim vardır.
“Beyin gücü gidiyor” diyenlere açık bir sözüm var: Eğer bu kadar istiyorsanız, önce kendi çocuklarınızı gönderin.
Milletin çocuklarını hayallerle kandırıp bilinmezliğe sürüklemek kolaycılıktır.
Gerçek sorumluluk, bu ülkenin nitelikli insan gücünü burada tutacak koşulları oluşturmaktır.
Türkiye’nin sağlık sisteminin köklü bir reforma ihtiyacı olduğu gerçeği inkâr edilemez.
Bu reform, sistemi yerden yere vurmakla değil; eksikleri tespit edip doğru çözümler üretmekle yapılır.
Yeni yüzyılda, yeni bir sağlık vizyonuna ihtiyaç vardır.
Bu vizyon; liyakat, adalet, mesleki saygı ve kurumsal bağımsızlık üzerine inşa edilmelidir.
Sonuç olarak şunu açıkça söylemek gerekir:
Türkiye sağlık sistemi ne cennettir ne de anlatıldığı gibi bir felakettir. Güçlü yanları vardır, ciddi sorunları da vardır.
Mesele, ideolojik körlükle konuşmak değil; gerçekleri cesaretle kabul edip çözüm üretmektir.
Bu ülkenin sağlık sistemi değerlidir.
Sağlık çalışanları fedakârdır.
Yanlışlar düzelir, eksikler giderilir.
Tartışmayı sloganlarla değil, akılla ve vicdanla yapmak lazımdır.