Bu topraklarda yüz yıldır aynı soruyu soruyoruz: Kürt meselesi çözülebilir mi? Kimi “hayır” diyor, kimi “evet ama zor” diyor, kimi de “boşver, konuşmayalım” diyerek susmayı tercih ediyor. Oysa asıl soru şu olmalı: Bu mesele çözülmezse, Türkiye ne kaybetmeye devam edecek?
Cumhuriyet’in ilk yıllarında inkar vardı. 1960–80 arasında darbelerin gölgesi, 90’larda faili meçhuller, 2000’lerde yarım kalan reformlar, 2010’larda umutla başlayan ama devrilen masa… Hepsini yaşadık. Her dönemin faturası ağır oldu: hem ekonomik hem insani hem de siyasi. Bugün hala aynı noktadaysak, demek ki bir şeyleri yanlış yaptık. Ama yanlış yaptık diye doğru yolu bulamayacak değiliz.
Bir gün bölgede küçük bir çocuk gazeteciye şöyle demişti:
— “Amca, barış gelsin, ben de top oynayayım.”
Bazen dev dosyaların, kalın raporların, uzun tartışmaların özeti bir çocuğun tek cümlesine sığabiliyor. Bu cümle, barışın ne demek olduğunu herkesten daha iyi anlatıyor.
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı, halkın iradesini siyasetin cesaretiyle birleştirmek. Çünkü halkın talebi çok net: kavga değil huzur, yasak değil özgürlük, silah değil ekmek. Siyasetçiler bunu duyar mı, orası biraz şüpheli. Ama tarih gösterdi ki, halkın sesi er ya da geç duyulur.
Geçen gün bir kahvede yaşlı bir amca şöyle diyordu:
— “Evladım, bu masa yine kurulacak ama bu defa kalkmamak lazım. Çünkü kalkınca herkes aç kalıyor.”
O çay bardağından çıkan söz belki de en gerçekçi yol haritasıydı. Çünkü bu mesele yalnızca dağ ile devlet arasında değil, halk ile halk arasında da bir köprü kurmayı gerektiriyor.
Bugün yeni bir yol mümkün mü? Evet, mümkün. Ama bunun için masa sadece siyasetçilerin değil, halkın da masası olmalı. O masada anneler, gençler, işçiler, çiftçiler de oturmalı. Barış gecikirse kayıplar büyüyor. Ama barış gelirse sadece Kürtler değil, bütün Türkiye kazanıyor.
Türkiye’nin geleceği için yapılması gereken çok basit: Bir daha masadan kalkmamak.