Geçen pazar, Mardin’in kadim topraklarında, tarihin kalbinde bir yolculuğa çıktım. Rotam Dara Antik Kenti’ydi. Açık konuşayım, giderken bu kadar etkileneceğimi hiç tahmin etmemiştim. Ama daha girişte, taş duvarların arasından esen o rüzgar, yüzüme çarpan o binlerce yıllık sessizlik, bir şeylerin değişeceğini hissettirdi.
Dara’nın ilk bakışta insanı büyüleyen bir ağırlığı var. Taş yapılar, oyuklar, yarı yıkık sur kalıntıları… Her biri geçmişin kaleminden düşmüş bir satır gibi. Orada yürürken, insanın aklına ister istemez “burada bir zamanlar nasıl bir hayat vardı?” sorusu geliyor.
Sarnıçlara indiğimde, sessizlik bir anda büyüyüp etrafımı sardı. Neredeyse kulaklarımı çınlatacak kadar derin bir sessizlikti bu. Sadece kendi ayak sesim yankılanıyordu duvarlardan. Nemli hava, taşın soğukluğu, duvarlara sinmiş tarih kokusu… İnsan, o anlarda zamanın dışına çıkmış gibi hissediyor. Fotoğraflarda gördüğümden çok daha derin, çok daha yaşayan bir yerdi Dara.
En çok da nekropol kısmı etkiledi beni. Kayalara oyulmuş mezarların arasında yürürken, sanki binlerce yıl öncesinin nefesini duyuyordum. Her oyuk, her mezar, bir hikayenin suskun tanığı gibiydi. “Burada insanlar yaşamış, sevinmiş, kaybetmiş, gömülmüş” diye düşündüm. Bu düşünce bile insanı hem ürpertiyor hem de garip bir saygıya boğuyor.
Kaya evler hala ayakta, dar geçitler hala zamana direniyor. Ne abartılı bir ışıklandırma, ne de yapay bir düzenleme var. Burası hala kendi halinde, sade, gerçek bir yer. Belki de bu yüzden bu kadar etkileyici.
Dara’da dolaşırken tarihle göz göze geliyorsun. Taşlar konuşmuyor belki ama anlattıkları her kelimeden daha güçlü. Oradan ayrılırken geriye dönüp bir kez daha baktım. Gözlerimle değil, kalbimle baktım. Sanki o taş şehir bana “beni unutma” der gibiydi.
Kısacası, Dara Antik Kenti benim için sadece bir gezi değil; ruhun derin bir nefes alışıydı. Tarihi hissetmek, geçmişin sessizliğinde kendi iç sesini duymaktı. Yolunuz Mardin’e düşerse, Dara’ya mutlaka uğrayın. Çünkü orada taşlar değil, zaman konuşuyor.
