Diyarbakır’da son zamanlarda yaşanan silahlı olaylar öyle bir hale geldi ki, artık insanlar sabah telefonlarını açarken bile tedirgin oluyor. Motor üstüne binip gelişine ateş edenler, sokak arasında pusu kuranlar, husumet yüzünden işlenen cinayetler, uyuşturucu piyasasındaki hesaplaşmalar… Şehrin neresine baksan böyle haberler karşına çıkıyor. Bu durum giderek normalleşiyor ama ben bunun “kaderimiz” olduğuna inanmıyorum. Bu, üstüne düşülmeyen, görmezden gelinen ve her geçen gün büyüyen bir sorun.
Aslında olayların artmasının arkasında çok neden var. Birincisi, ruhsatsız silahın bu kadar kolay dolaşması. Bugün Diyarbakır’da silaha ulaşmak neredeyse marketten bir şey almak kadar kolay olmuş. Yakalananlar sadece görünen kısmı. Sokaklarda dolaşan ve kimsenin bilmediği daha fazlası var. Bu silahlar kimi zaman bir husumeti çözmek için, kimi zaman bir tartışmayı bitirmek için, kimi zaman da “güç gösterisi” uğruna kullanılıyor.
Diğer yandan gençlerin durumu içler acısı. İşsizlik, umutsuzluk ve çaresizlik artık gençlerin karakterine işliyor. Hayatında bir fırsat görmeyen çocuk, gücü yanlış yerde arıyor. Kolay para ve kolay güç vaadi, onları uyuşturucuya, silaha ve yanlış çevrelere itiyor. Silah bir anda güç sembolüne dönüşüyor. Sosyal medyanın etkisiyle de “silahlı pozlar”, “motosiklet üzerinde gösteriş” gibi şeyler gençlere çekici geliyor. Bu durum zamanla tehlikeli bir kimliğe dönüşüyor.
Ailelerin de gücü eskisi gibi değil. Ekonomik sıkıntılar aile düzenini zedeliyor. Baba çalışmaktan bitmiş, anne yorgun… Çocuk kimin eline bakıyor? Sokaktaki arkadaş grubuna, internetteki görüntülere, yanlış örneklere… Aile sözü geçmeyince çocuk kendine başka bir otorite buluyor. Eskiden mahallelerde bir denetim olurdu, herkes birbirinden sorumluydu. Şimdi kimsenin kimseye karışmadığı, herkesin kendi derdine düştüğü bir düzen var. Bu ortam da şiddeti daha cesur hale getiriyor.
Husumet kültürü de şehirleşmeyle birlikte başka bir şekle büründü. Eskiden köyde bir sorun çıktığında büyükler araya girer, meseleyi çözerdi. Şehirde ise aynı sistem çalışmıyor. Aile yapıları dağıldı, araya giren bir otorite kalmadı. Bu nedenle yıllardır süren husumetler şehir içinde motosikletli saldırılara, planlı pusulara dönüşüyor.
Bir de toplumda tehlikeli bir algı var: “Nasıl olsa çıkar, bir şey olmuyor.” Bu düşünce belki yanlış, belki abartı ama sokakta bu inanış hakim. Bu algı kırılmadıkça şiddetin önünü kesmek çok zor. Çünkü adaletin güçlü görünmediği yerde silah güç sanılıyor. İnsanlar hukuka değil, kendine güvenmeye başlıyor. Bu da olayları daha da tırmandırıyor.
Beni en çok üzen ve korkutan şey ise şu: Toplum olarak alışıyoruz. Bir yerde silahlı saldırı oluyor, ertesi gün başka bir yerde bir öldürme daha… Üçüncüsünde kimse şaşırmıyor. Haber sitelerinde sıradan bir başlık gibi görünüyor artık. Oysa hiçbir şehir, hele ki Diyarbakır gibi köklü bir şehrimiz, böyle bir karanlığa alışmamalı.
Diyarbakır; medeniyetin, ticaretin, kültürün, hoşgörünün şehridir. Sur’u, Hevsel’i, Ulu Camisi, tarihiyle koca bir mirastır. Böyle bir şehrin adının her gün silahla, cinayetle anılması içimi acıtıyor. Bu şehrin kaderi kurşun değil; bereket, huzur ve hayattır. Çocuk sesinin, pazar gürültüsünün, günlük hayatın önüne hiçbir kurşun geçmemeli.
Bu gidişatı değiştirmek için topyekun bir çaba şart. Gençlere iş ve eğitim imkanı sunulmalı, aile yapısına destek verilmeli, ruhsatsız silahla mücadelede çok daha sert adımlar atılmalı. Uyuşturucuya karşı gerçek bir kararlılık gösterilmeli. Mahalle kültürü yeniden canlandırılmalı, toplum kendini bu işin dışında görmemeli. Ve en önemlisi: Bizler, halk olarak bunu normalleştirmemeli, “kaderimiz” deyip kabullenmemeliyiz.
Diyarbakır çok daha güzel bir geleceği hak ediyor. Bu şehir ne sokak aralarında sıkılan kurşunlara, ne motorsiklet üzerinde ölüm dağıtanlara, ne de bu karanlık psikolojiye mahkum değil. Yeter ki hep birlikte ses çıkaralım, sahip çıkalım. Çünkü unutmayalım: Kader dediğimiz şey bazen susarak kendi elimizle yazdığımız şeydir.
