1960 darbesi Türkiye siyasetinde büyük bir kırılma yarattı. Yeni anayasa özgürlükler vaat ediyordu ama bu özgürlükler Kürtlere hiç uğramadı. 1961 Anayasası basına, sendikalara, derneklere bir nefes aldırdı fakat aynı nefes Diyarbakır’a, Mardin’e, Hakkâri’ye ulaşmadı. Kürtçe yasaktı, bölge yatırımlardan yoksundu. Küçük reformlarla büyük bir çatışmanın önüne geçilebilirdi belki ama siyaset bu adımı atmayı reddetti. Devlet ile halk arasındaki mesafe büyüdü, genç kuşaklarda kimlik sorgusu derinleşti.
1970’lerde ise Türkiye sağ-sol kavgasına saplanmıştı. Üniversitelerdeki Kürt gençleri kimlik arayışına girerken, devlet onları kazanmak yerine “güvenlik sorunu” olarak gördü. Oysa yapılması gereken belliydi: bölgeyi kalkındıracak projeler, yasakları hafifletecek adımlar, toplumu rahatlatacak demokratikleşme… Ama siyaset sürekli kavganın peşindeydi. Kavganın gölgesinde Kürt meselesi yine ötelenip durdu. Yatırım yerine karakol, fabrika yerine güvenlik bütçesi gönderildi. Gençlerin enerjisi üretime değil, çatışmaya yöneldi.
Bir köy kahvesinde o dönemi yaşayan yaşlı bir amca, ideoloji tartışmasına dalmış iki gence şöyle seslenmişti: “Evlatlar, siz tartışın ama biz yine fakir kalırız.” Bu cümle, aslında bütün bir dönemin özeti gibiydi.
1960 ile 1980 arası Türkiye için tarihi bir fırsat olabilirdi. Yeni anayasanın açtığı özgürlük alanı, kalkınma hamleleriyle desteklenebilirdi. Kürt meselesi demokratikleşme yoluyla yumuşatılabilirdi. Ama olmadı. Her on yılda bir gelen darbeler, istikrarsız hükümetler ve dar bakış açısı bu ihtimali yok etti. Halkın istediği barış ve eşitlik yerine yasaklar ve baskılar hüküm sürdü.
Ve nihayetinde 1980 darbesi geldi. O darbe yalnızca siyaseti değil, toplumsal umutları da tank paletlerinin altında ezdi. Kürt meselesi artık çok daha sert, çok daha kanlı bir evreye girdi.
Bugün halanbedelini ödediğimiz bu kayıp yılları hatırlamak, geleceğin inşası için bir zorunluluktur. Unutmak sadece geçmişi değil, yarını da kaybetmek demektir.