Zaman zaman sokakta yürürken, bir tebessümün ardında ne kadar çok şey saklanabileceğini düşünüyorum. Dışarıdan bakıldığında bu bir kayıtsızlık, belki de umursamazlık gibi algılanabilir. Oysa çoğu zaman bu, olan biteni görmenin ve susmayı tercih etmenin sonucudur. Çünkü her şeyi yüksek sesle dile getirmek erdem değildir; bazen asıl sorumluluk, doğru zamanda konuşmayı bilmektir.
Toplumda yaygın bir yanılgı var: Sessiz kalanların bilmediği, görmediği ya da farkında olmadığı sanılıyor. Oysa gerçek tam tersidir. Kimin hangi konumda, hangi ilişkiler ağıyla hareket ettiğini; hangi kararların hangi gerekçelerle alındığını ya da alınmamış gibi gösterildiğini görmemek mümkün değildir. Özellikle kamusal alanda yaşanan gelişmeler, dikkatle bakıldığında kendi izlerini fazlasıyla açık eder.
Son yıllarda “kurumsallık”, “yakınlık”, “yetki” ve “etki alanı” gibi kavramların ne kadar kolay istismar edildiğine şahit oluyoruz. Bazıları bu kavramları bir unvan gibi taşıyor, bazıları ise bir kalkan olarak kullanıyor. Kamuoyunda meşruiyet algısı oluşturmak adına sergilenen bu tutumların, gerçekte hangi amaçlara hizmet ettiğini sorgulamak ise nedense rahatsız edici bulunuyor. Oysa sorgulamak, demokratik toplumların temel refleksidir.
Bir diğer dikkat çekici mesele ise tesadüf adı altında normalleştirilen çıkar ilişkileridir. Belirli yatırımların, projelerin ya da kamusal düzenlemelerin çevresinde şekillenen ani zenginleşmeler, eş zamanlı açılan iş yerleri, hızla değer kazanan alanlar… Bunların tamamının salt “şans” ile açıklanması, akılla alay etmektir. Toplumun hafızasını bu kadar hafife almak, asıl sorunu daha da derinleştirir.
Daha da vahimi, geçmişte ciddi iddialarla gündeme gelmiş kişi ve yapıların, zamanla farklı maskelerle yeniden sahneye çıkabilmesidir. Dün görmezden gelinen ilişkiler, bugün unutturulmuş gibi davranılıyor. İlke ve duruşun, zamana ve koşullara göre eğilip bükülebilir bir kavram haline getirilmesi, en büyük güven kaybının kaynağıdır. Çünkü hafıza, sanıldığı kadar kısa değildir.
Bütün bunlar yaşanırken, susanlar çoğu zaman yanlış anlaşılıyor. Sessizlik, korku ya da bilgisizlik olarak etiketleniyor. Oysa bu sessizlik; birikimin, gözlemin ve sorumluluk duygusunun ürünüdür. Her şeyin kayıt altına alındığı bir çağda, hiçbir şey gerçekten kaybolmaz. Bugün konuşulmayanlar, yarın belgeleriyle konuşur.
Bu yazıyı kaleme alırken bir suçlama ya da hedef gösterme amacı taşımıyorum. Aksine, kamusal vicdanı diri tutma sorumluluğu hissediyorum. İsim vermeden, adres göstermeden de hakikatin konuşulabileceğine inanıyorum. Çünkü mesele kişiler değil; mesele sistem, anlayış ve bu anlayışın normalleştirilmesidir.
Gülümsüyor olmam, olan biteni bilmediğim anlamına gelmiyor. Aksine, fazlasıyla farkında olduğumun bir göstergesi. Ve şunu çok net söyleyebilirim: Her olay kendi sahnesini, her sahne de kendi gerçeğini zamanı geldiğinde mutlaka ortaya çıkarır. Kimsenin rolü, sonsuza kadar gizli kalmaz.
Bugün susmak bir tercihtir.
Ama yarın konuşmak bir zorunluluk olabilir.
Ve toplum, o günü sandıklarından çok daha iyi hatırlar.