Hz. Ömer döneminde Diyarbakır ve bölgenin fethi esnasında İslam orduları tarafından katliamlar yapıldığı iddiası yüksek sesle dillendirilmektedir. Bazı siyasi ve politik şahsiyetlerin dile getirdiği bu iddialar, ilmî ve tarihî dayanaktan yoksundur. Bir tarih ve toplum inşasına yönelik olduğu hemen fark edilen bu projenin, politik ve protest kesimlerde önemli ölçüde etkili olduğunu görmek mümkündür. Bu kapsamda çok sayıda eser olduğunu söyleyebiliriz. Bu yazımızda iddialara örnek olması açısından iki eseri ele alacağız. Mesela Botan Amedi, “Kürtler ve Kürdistan Tarihi-1” adlı eserde, “Halife Ömer döneminde Diyarbakır, Mardin, Urfa, Erzurum ve çevrelerinin işgal edilerek buralardaki Kürtlerin kılıç zoruyla İslamlaştırıldığını” (s. 78) iddia etmektedir.
Botan Amedi, iddialarını özetle şöyle sürdürür: Araplar açısından Kürtlerin Müslümanlığı kabul etmeleri yeterli değildi. Kürdistan’ı işgal edip, tüm Kürtleri Araplaştırmak ve eritmek gerekiyordu. Halife Ömer, bu süreçte yapılan tüm uygulamaların baş mimarıdır. Kürtlerin yaşadığı şehirleri işgal eden Araplarla Kürtler arasında çetin savaşlar meydana geldi. Savaşların başlangıcında Kürtler başarılı olduysa da ağır saldırılara dayanamayarak yenilgiye uğradılar. Araplar, zafer kazandıktan sonra Kürdistan’da acımasızca davrandılar. Şehirler, kasabalar, köyler yakıldı. İnsanlar kırımdan geçirildi, malları talan edildi. Bebekler bile katliama maruz kaldı, tüm kadınlara el konuldu, hiçbir yerde rastlanmayacak katliamlar gerçekleştirildi. Timur ve Hülagu gibi canilerin Kürdistan’da yaptıkları barbarlıklar, Halife Ömer’in yaptıklarının yanında gölgede kalıyordu. Esir Kürt kadın ve kızları alıkonularak namusları kirletildi. Kürdistan’ın şehirlerinde bulunan kütüphanelerdeki binlerce cilt kitap yakıldı. Bu canice uygulama nedeniyle Kürt halkının asırlık kültürü ve tarihi kayıtları yok edildi. Halkın hazinesi olan bu paha biçilmez değerleri ortadan kaldırıldı. Yüzyıllarca süren bu politikanın sonucu olarak Kürt kadın ve erkeklerinin isim ve lakaplarını dahi Arapça olarak kullandılar. Ancak Kürt halkı, Arapların bu işgal ve zulümlerine boyun eğmedi, direnerek karşı koydu (Kürtler ve Kürdistan Tarihi-1, s. 86-87).
Botan Amedi, bu iddialarını Ekrem Cemilpaşa’nın “Muhtasar Kürdistan Tarihi” adlı eserini kaynak göstererek aktarmaktadır. Millî Mücadele’ye muhalif bir tutum sergileyen ve İngiliz İstihbarat Subayı Binbaşı Noel ile teşrik-i mesai eden Ekrem Cemilpaşa, Milli Mücadele’yi kesintiye uğratmayı hedefleyen Ali Galip Hadisesi’nde de yer alacaktır. İzmir ve güney illeri işgal edilirken halkın protestolarını eleştiren Ekrem, İngiliz idaresinde bir Kürdistan kurulması yönünde yoğun bir çaba vermiştir. Diyarbakır Kürt Kulübü temsilcisi olan Ekrem, yıkıcı ve ayrılıkçı fikirleri nedeniyle Kürt Kulübü mensupları tarafından dahi dışlanmış ve Halep’e gönderilmiştir.
Ekrem Cemilpaşa’nın “Muhtasar Kürdistan Tarihi” adlı eseri hezeyan ve bühtanlarla doludur. Söz konusu eserde; akla hayale sığmaz ithamlar ve tarihi vesikalara dayanmayan iddialar vardır. Botan Amedi’nin iddialarına ilaveten Cemilpaşa daha başka tespitlerde (!) bulunur. Cemilpaşa’ya göre Hz. Ömer döneminde Kürdistan’ı işgal eden Arap orduları, 10.000 yıllık Kürt İmparatorluğunu yıkmıştır. Timur ve Hülagu’ya rahmet okutan Halife Ömer, “Hindistan'dan Akdeniz'e kadar uzanan Kürt İmparatorluğunu yerle yeksan” etmiştir. Bu dönemde Kürtlerin Zerdüşt olmaları Araplara iyi bir gerekçe olmuştu. Bu nedenle Kürtlerin canı, malı ve namusu Araplar için mubahtı. Aslında Halife Ömer’in amacı dini yaymak da değildi. Kan dökerek ve ocaklar söndürerek Arap emperyalizmini tesis etmekti. Bu nedenle Kürtçe ve Farsça vesaire gibi dillerin konuşulması yasaktı. Arapça’dan başka bir lisan konuşanların dilleri merhametsizce makasla kesiliyordu.
Ekrem Cemilpaşa, iddialarının bir kısmına dayanak olarak Şeyh Merduhi’nin Farsça yazılmış ve Tahran’da basılmış “Tarih-i Merduh” adlı eserini referans gösterir. Ekrem Cemilpaşa, 20. yüzyılın başında kaleme alınmış, Tarih-i Merduh’ı mutlak bir hakikat kaynağı olarak sunar. İddia edilen hususların onlarca İslam tarihi kaynağında yer alıp almaması pek önemli değildir. Hz. Ömer’e kin ve nefretle dolu fanatik Şiilerin hezeyanlarını referans kabul edip, onun üzerinden bir “Kürt ve Kürdistan Tarihi” inşa etmek emelindedir. Ekrem Cemilpaşa’nın bu konuda yazdıkları rağbet görmüş olmalı ki, çok sayıda eserde aynı cümleler yüksek bir tonda ve sıklıkla tekrar edilmektedir.
Ekrem Cemilpaşa, sık sık Araplar ve Türklerin “Kürtlere yaptıkları zulümlere (!)” değinerek, Kürtlerin bağımsızlık mücadelesi verirken Batılı güçleri tek ve vazgeçilmez müttefik olarak önermektedir. Kürtlerin başına gelenlerin nedeni İslam’a bağlanmaktadır. Zira Araplar ve Türklerin, İslamiyet’i istismar ederek Kürtleri aldattığını ve idaresi altına aldığını iddia eder. İslamiyet’in Kürtleri köle haline getirdiğini ileri sürer. Oysa Kürtler, İslamiyet’le birlikte İslam medeniyetinin önemli bir parçası olmuşlardır. Pasif ve sınırlı bir nesne iken tarih sahnesine çıkmışlar, tarihin öznesi olmuşlardır. Eyyubiler, Mervaniler, Şeddadiler gibi önemli devletler kurmuşlar, Selahaddin Eyyubi gibi mümtaz tarihi şahsiyetler yetiştirmişlerdir. Yaşadığı dönemin şartları ve sahip olduğu aşırı milliyetçiliğin etkisiyle Cemilpaşa’nın bir kör döğüşün içine girdiği açıkça anlaşılmaktadır. Tarihsel dayanaktan yoksun bu ezberin maalesef bir yığın müşterisinin olduğunu kolaylıkla görebilmekteyiz. Ekrem Cemilpaşa’nın hezeyanlarını ve tezini benimseyen kişilerin gözünde “Diyarbakır ve bölgenin fethedildiği 639 yılı, zulmün başladığı bir tarihtir”.
Ekrem Cemilpaşa ve Botan Amedi adlı yazarların iddiaları tarihsel dayanaktan yoksun ve afaki malumat olduğundan detaylı bir şekilde cevap vermeye değmez. Ancak şu kadarını ifade edelim ki, İslam tarihi kaynaklarından Fütuhu’ş-Şam’a göre; Diyarbakır’ın fethinde birkaç noktasal çatışma dışında ciddi bir hadise yaşanmamıştır. Belazurî’nin “Fütuhu’l-Buldan” adlı eserine göre ise sadece Diyarbakır değil, tüm Elcezire yani Kuzey Mezopotamya birkaç hafta içerisinde savaşsız teslim olmuştur. Hiçbir kaynakta halkla İslam askerleri arasındaki çatışmaya rastlanmamaktadır. Bu nedenle fetih esnasında yerel halkların katliama uğradığı yönündeki iddialar asılsız ve maksatlıdır. Bu iddiaların sahiplerinin gayretleri fetihleri, sahabeleri, Arapları ve İslam’ı karalamaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Aslında Diyarbakır, tarihi boyunca böylesine rahat bir el değiştirmeye tanık olmamıştı. Eğer Sasani veya Bizans burayı beş ay boyunca kuşatmak durumunda kalmış olsalardı, daha önceleri çokça yaşandığı gibi, öfkelerinden şehirde bir tek canlı bırakmazlardı. Nitekim daha önceki el değiştirmeler Diyarbakır için bir salgın, bir kırım ve bir tufan olmuştu.
Açıkça görüldüğü üzere bölgemizin fethi hakkında dezenformasyon ve kara propaganda ile karşı karşıyayız. Çoğu müstear isim kullanan yazarlar, belli merkezlerde kurgulanmış hikayeyi referans göstererek akademik bir çalışma süsü vermeye çalışmaktadır. Bu kişiler mensubu olduğu ve adına mücadele ettiği toplumu sürüklediği yerin farkında değildir. Bu iddialarda bulunan kişiler günümüzde Kürtlerin yaşadığı yerlerde 7. asırda da yaşadıklarını düşünmektedir. Sasani Devleti’ni tamamen bir Kürt devleti olarak değerlendirirler. Son Sasani hükümdarı Yezdücerd’i bile “Yezdükürt” olarak ifade eden Cemilpaşa’ya göre, Hindistan’dan Akdeniz’e büyük bir imparatorluk kurmuş olan Kürtler, tarihte onlarca devlet ve medeniyetin de banisidir. Oysa onlarca tarih ve coğrafya kitabına bakıldığında 7. yüzyılda Kürtlerin nerelerde yaşadıkları hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde kaynaklarda yer almaktadır. 10 ve 11. yüzyılla ilgili bilgi veren İslam tarihi ve coğrafya kitaplarında “Kürdistan”, “Kürd-abâd” ve “arzu’l-Ekrad” diye ifade edilen yerler, günümüzden çok daha sınırlı bir sahayı kapsamaktaydı. Burası bugünkü İran ile Irak arasında, tarihsel süreçte “Irak-ı Acem” olarak tanımlanan bölgeye tekabül etmektedir.
İslam orduları, 639 yılında bölgeye geldiğinde Kürtlerin Diyarbakır’da olduğuna dair hiçbir kaynak ve karine mevcut değildir. İslam tarihi kaynaklarına göre Kürtlerin, Diyarbakır ve çevresinde belirgin olarak varlığı 9. yüzyılda hissedilmektedir. Diğer bir ifade ile Anadolu’nun Kürtleşmesi, Kürtlerin İslamlaşmalarıyla başlamıştır diyebiliriz. Meyyafarikin/Silvan merkezli Mervanilerin bir asırlık hâkimiyeti ve Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Zaferi ve akabinde takip edilen siyaset Kürt nüfusu ve nüfuzunun artmasında etkili olacaktır. Osmanlı Devleti ile kavgalı Türkmen Kızılbaşların aksine Sünni Kürtlerin itaat ve işbirliği demografik durumu etkileyecektir.
Hal böyle iken bugünkü demografik yapı göz önüne alınarak ideolojik tarih okuması yapılmaktadır. Bu anakronik durum ister istemez gençlerin kafasının karışmasına, bilmeden İslam’a ve İslami şahsiyetlere/değerlere düşman olmasına neden olmaktadır. Bu misyon çalışmaları ve propagandalar, İslami hassasiyetleri yüksek ve dindar bir toplum olan Kürtlerin düşüncesinin ve hayat tarzının olumsuz etkilenmesine neden olmaktadır. İslam ordularının Irak, İran, Kafkaslar, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Elcezire’deki hareketliliği dikkate alındığında ve döneme ilişkin eserler yakından okunduğunda en kolay feth edilen yerin Elcezire bölgesi olduğu açıkça görülmektedir. Elbette bunun bir takım sebepleri vardır. Bunun en önemli sebebi bölgenin asırlarca Sasani-Roma mücadelesine sahne olması nedeniyle müstevlileri ile olan bağının zayıf olmasıdır.
Farklı etnik ve inanç gruplarının yanı sıra bir çok zorluğa sahip coğrafyada artık Roma ve Sasani devletlerinin hüküm sürmesi mümkün değildi. Roma’nın mezhep dayatmaları, köhnemiş düzeni halklar için umut olmaktan çok uzaktı. Bazı Hristiyan tarihçilerinin ifadesiyle “Rafızi ve kadınlaşmış Roma’nın idaresinde” asırlarca örselenmiş ve savaş yorgunu düşmüş bölge, kısa süre içerisinde İslam idaresine girmiştir. Böylece Melike Meryem’in ifadesiyle “bölgenin anahtarı”, İyaz b. Ganem’in tabiriyle de “bölgenin gözü” olan Diyarbakır, Anadolu’ya yapılacak seferler için kutlu bir eşik olmuştur. 27 Mayıs 639, Diyarbakır için Arap emperyalizminin başladığı gün değil bilakis “hürriyet” ve “diriliş” günü olmuştur.
Bu arada Diyarbakır ve bölgenin fethi ile ilgili son yıllarda önemli sayıda akademik çalışmanın yapıldığını söyleyebiliriz. İlgililerin istifadesi kapsamında Mehmet Azimli’nin “Diyarbakır ve Çevresi’nin Müslümanlaşma Süreci”, Ahmet Demir’in “İslamiyet’in el-Cezire’ye Gelişi” ve Cuma Karan, “Diyar-ı Bekr ve Müslümanlarca Fethi” adlı çalışmalarını sayabiliriz. Tarihten yapay kan davaları çıkarmak ve bir takım olağan hadiseleri milliyetçilik üzerinden temellendirerek husumete dönüştürmek, yaklaşık bir asırdır bölgemizin maruz kaldığı çok boyutlu problemin çözümüne katkı sunmayacaktır. Kürtleri, Türkler ve Araplara düşman gösteren, kadim tarihsel bağlarını sarsacak ideolojik okuma ve telkinlerin coğrafyaya ve haklarımıza huzur getirmeyeceği izaha muhtaç değildir. İslam’ı Kürtleri uyuşturan bir afyon olarak sunmak, itikadi olarak olmasa da siyaseten Kürtlerin irtidat etmesini ima eden söylemler, Diyarbakır surlarını aşamayacak, Müslüman Kürt milletinin kalbi ve zihnini dumura uğratamayacaktır.